5 Kasım 2008 Çarşamba

Galat yaylası

M.Ö. 290. Küçük Asya hala acılı. Yaraları sarılmamış. 40 yıldır bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar heryeri yiyip bitirmiş. Hititlerin, Friglerin insanları tükenmiş bir durumdalar. Bir taraftan Büyük Seleucos bir taraftan Antigonos Monophthalmus diğer taraftan da Lysimakhus ve Ptolemaios. Ve bunların oğulları, prensleri. Herkes heryerde ve hiçbir yerde. Ordular birbirini kovalarken milletler birbirlerine karışıyorlar. Kararsızlık ve düzensizlik heryerde. Tam bunlar olurken, uzaklardan kıyametin sesleri geliyor. Apollon'un çocukları batıdan geliyorlar, tüm vahşilikleri ile. Arkalarında hiçbirşey kalmıyor. Tapınakları yıkıyorlar, rahipleri öldürüyorlar. Güzel heykelleri ile tapınaklarını süsleyen Grekler ile alay ediyorlar. Fısıltılar kulaktan kulağa dolaşırken, kimse onların isimlerini ağızlarına almıyordu. Kimdi bunlar?

Gelenler Galatlardı.

Esas olarak Galat diye nitelendirdiğimiz halk, daha bilinen ismi ile Keltlerdi. Yani herkesin İrlandalıların, İskoçların ataları olarak bildiği halk. Galat ismi, Greklerin onlara koyduğu isimdir ve Grekçeden gelmedir. Peki izlerine hep Avrupa'da rastladığımız veya bir şekilde orası ile ilişkilendirdiğimiz Keltlerin bizim Anadolumuzda veya Antik adı ile Küçük Asya'da ne işleri vardı? Bunun için onların Anadolu'ya geliş hikayelerine bakmamız gerekiyor.

İlk yurtları Kuzey Almanya ile Hollanda arasında o zamanlar büyük ormanlarla kaplı bölge idi. Zamanla artan nüfusu besleyemeyen bölge dar gelmeye başladı. Ve böylelikle her yöne doğru bir göç başladı. Bir kısmı Güneye gittiler ve Liderleri Brennos Romayı dize getirdi. Roma'ya girmemesi için yalvaran ve altın teklif eten Romalıların terazisine kılıcını atarak, "Vae Victis" (Yazıklar olsun yenilenlere!) demesi tarihe geçmiştir. Bir kısmı Doğuya gitti, Makedonyaya girmeyi denedi. O zaman karşılarında İskenderi buldular. O zaman Zeus'un oğlu değildi, sadece Kral Filip'in oğlu idi. İskender onları Tuna'ya kadar takip etti. Bir kısmı batıya gittiler ve Sezar'ın Galyalıları oldular, Vercingetorix'in yenik Galyalıları. Bu sınırlar bir süre Keltleri bu şekilde tuttu. Ancak göçebe idiler. Yurt arıyorlardı. Aynı Türkmenler gibi. Nasıl ki Türkmenler dalga dalga göçler ile geldiler. Keltler de ikinci göç dalgasına başlıyorlardı. Ne var ki bu Küçük Asya'ya yapılan ne ilk göçtü ne de son göç olacaktı.

Artık İskender yoktu. Makedonya'nın Falanksları birbirlerine düşmüşlerdi. Grekler her zamanki gibi tapınaklarına sığınmışlardı. Bir göç dalgası üç Kelt kabilesini Küçük Asya'ya doğru yönlendirdi. Delphoi şehrindeki yenilgiden sonra bazı kabileler geri dönmüş Tolistobog, Tektosag ve Trocmi adı verilen 3 kabile Küçük Asya'ya doğru yollanmışlardı.

Aralıksız savaşlar, yengiler ve yenilgiler... İskender'in küstah kumandanlarının torunlarıyla olan bitmeyen savaşlar. Evet, yağmacıydılar, korkunç görünümleri vardı. Ama temizdiler. Greklerdeki ve İrani kavimlerdeki sapıkça ve aşırı adetleri yoktu. Duruydu inançları ve tanrıları. Dünyaları yarattıklarına inandıkları tanrılarını insanlar gibi heykele dönüştüren Greklerden nefret ediyorlardı. Bu sebeple İyonya'da pek duramadılar. İçerilere doğru ilerlediler. Sangarios ırmağının köpüklü vadilerinden geçerken ana Tanrıça'nın gür meşe ormanlarını gördüler. Yaklaşıyorlardı. En sonunda Yaylaya çıktılar. En acımasız vadiler ile korunan Ulu yaylaya. Kuzeyde Sangarios güneyde de Maiandros ırmağını vadileriyle ve uludağlarla korunan bu yayla ancak onlara yurt olabilirdi. Oldu da. Yollarında bazı köylülere rastladılar. Anlaşılmayan bir dil konuşuyor, değişik başlıklar takıyorlardı. Frigleri tanıyamadılar ancak tanrıçalarını tanıdılar. Meşe ormanlarının Aslanlarıyla koruyan yüce Kibelelerini.

Yayla'nın uçsuz bucaksız bozkırları artık sahiplenilmişti.

Yayla artık Galatlarındı.

24 Eylül 2008 Çarşamba

Toprak Ana


Tapınağın gölgesinde oturmuş, gün batımına bakıyorum. Rüzgar Anadolu bozkırının sesini taşıyor. Bir gelinciğin tapınak sütunlarının dibinde bittiğini görüyorum. Kırmızısı o kadar canlı ki, adeta bu toprakların canlılığını müjdeliyor. Çiftçiler tarlalardan dönerken, traktörlerin sesi bozuyor bu kutsanmış güzelliği. 21. yy'ın vahşiliği iliğime işliyor. Biraz sonra ben yine kendi içselliğime dönüyorum.

Aezanoi'deki Zeus Tapınağı. Friglerin ülkesinde Friglerin kurduğu bir şehirde, Romalıların inşa ettiği bu tapınakta bir Antik yunan tanrısı. Şehrin ortasında sütunları dimdik ayakta duruyor. Bir an bakıyorum merdivenlere, Zeus rahiplerini görüyorum gelirlerken sütunlu yoldan. Ellerinde tütsüler ve otlar, arkalarından bir öküz getiriyorlar. Kanını Zeus için dökecekler. Bembeyazlar içinde bakıyor onlara rahibeler. Sütunların arasında çocuklar koşuşturuyorlar. Her yerde bir hareket var. İşte merdivenlerden çıktılar. Artık halk giremez içeri. Yasaktır çünkü. Tapınağın içerisine sadece rahipler girebilir. Merdivenlerde Zeus'a yalvaranları görüyorum. Rahipler İmparatorluğun doğusunda başka hiçbir tapınakta olmayan alt salona giriyorlar. Bu seneki kıtlık için Penkalas çayının kutsal suyuna ve Zeus için akıtılan kana bakıyorlar .

Sonra bir ses duyuyorum gerilerden. Evet, bu ses Agora'dan geliyor. Pazar alanından. Asık suratlar görüyorum. Ortadaki taşa, imparator Diocleatian'ın gönderdiği pazar fiyatlarını kazıyor bir memur. Pazar sessiz. Belli ki insanlar gittikçe bozulan ekonomiden memnun değiller. Artık herşeyin fiyatını imparator belirliyormuş. Bu ilk kez duyulan bir şey.

Sütunlu revakların çevrelediği yolda giderken bu sefer, elindeki liri ile bir pan şarkısı çalan bir genç görüyorum. Frig başlığı takmış, söylediği şarkının sözleri de yabancı geliyor bana. Ancak şunu biliyorum ki, bu sözler bu topraklara hiç de yabancı değil. Friglerin kayıp dilini söylüyor. Bozkırın ruhuna üflüyor bu ince nağmeleri. Sonra iki Frigyalı genç kız dans etmeye başlıyor. Belki Kibele için dans ediyorlar, kimbilir belki baharın gelişi için. Nihayetinde Frigya bu şarkılar, bu dans ile büyüyor, bozkır bu şarkılar ile çoşuyor.

Artık kendi Anadolu'ma dönmek zorundayım. Fakir bırakılmış, harap ve bitap düşmüş Anadolu'ma. Artık sütunlar yıkılmış, tapınak yüzyılların sessizliği içerisinde. Pazar alanı ıssız, agora kaybolmuş. Ellerim tutmak istiyor onları, dokunmak istiyor o tarihe. İşte o an bir melodi duyuyorum. Bir genç oturmuş, bağlamasını dokunuyor. Bu toprağın ağacıyla yapılmış, onun suyuyla yapılmış sazına dokunuyor. Ve yine iki genç kız geliyor, yemenilerini bırakıp, yüzyıllara meydan okurcasına dans ediyorlar. Aynı yüzyıllar önceki gibi, aynı bu toprağın önceki insanları gibi. Bu melodi ile canlanıyor yüzyıllar boyunca bu topraklarda yaşamış insanlar. Ve bozkır canlanıyor bir daha. Bu toprak ayağa kalkıyor. Binyılların mirası benim insanlarımla büyüyor.

Böyledir bu topraklar. Herkesi bağrına basar. Böyledir Anadolu, anadır çünkü. toprak anamızdır o...

22 Eylül 2008 Pazartesi

Bin Tanrı ilinin hissiz köleleri


Blog tutmakta henüz yeniyim. Bakıyorum da henüz 3 yazım olmuş. Beni üzen şey yorumların bu kadar az oluşu hatta yorum olmayışı. Yazılar herkesin ilgisini çekmeyebilir. Herkesin keyif alarak okumasını bekleyemem. Ancak yakın çevremden ilgili ve bilgili olduğunu zannettiğim insanların herhangi bir geri dönüş yapmamaları beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Demek ki okumuş da olsak ilgisiz ve sağır bir milletin fertleriyiz. Yazık bize gerçekten! Üretim ve tüketim zincirinin arasına sıkışmış ruhlarımız demek ki bu kadar hissizleşmiş. En yalın ihtiyaçlarımız için çalışıyoruz ve kazanıyoruz onca parayı. Huzuru hiçbir şey düşünmemek ve irdelememek te bulmak ne kadar rahatlatıcı değil mi? Üzerinde yaşadığımız toprakta, konuştuğumuz dilde, şehirlerimizin ve kendimizin isimlerinde atalarımızın bıraktığı izler hiç mi önemli değil!
Evet anlıyorum herkesi dostlarım. Hepinizi anlıyorum. Bu bir sitem değil. Farkındalık duyurusu aslında.

İnsanın kudreti ilk başta mısırda idi. Hititlerin yazıtlarına geçti bu kudret. Frigyalıların başlığına dokundu. Lidyalıların parasında, İyonların sütunlarında gördük onu ışıldarken. Urartular aldı ve altınlarının üzerine işlediler. İskender kılıç darbesinde hissetti o kudreti, keserken Gordion düğümünü. Antiochos'un güzel şehirlerine taşıdılar ve Seleucos uzun mızraklı askerleri ile savaşa götürdü onu. Eumenes Galatyalılara giderken elinde idi o kudret. Sonra bir kartal geldi batıdan. Ve götürdü onu bizim denize (Mare Nostrum). Kudret parıldayan zırhlarda barbarların bedenleri parçalarken, medeniyet ışıldıyordu Hadrian'ın duvarında. Ama açılınca kavimlerin kapısı, Roma'nın kartalı doğuya uçtu, Constantine'in şehrine. Ve Muhammed'in uzun saçlı, ata yapışık, Türk askerleri gelince çift başlı idi artık romanın kartalı. Bir ucu batıda ve bir ucu doğuda. Fatih'in kutsanmış ordusu girerken Constantine'in şehrine artık yeni bir çağ başlıyordu. Romanın kartalı bu kez hilal'in ışında, 3. kez dalgalanıyordu bizim denizde. Yüzyıllar geçerken artık yaşlanan kartalı, Hektor'un soyundan bir sarışın kumandan aldı eline.Yüzyılların mirası ile ezdi Agamemnon'un tüfekli askerlerini. Ve sonra.....

Sanırım bu hikaye bitiyor burada. Keşke bitmese. Zira sizleri ne Roma'nın kartalı ilgilendiriyor ne de Anadolu'nun çağlardan bize getirdikleri. Horatius'un dediği haldeyiz:

Yaşıyoruz ama bilmiyoruz yaşadığımız... Yazık bizlere...

Not: Yazıdaki resimde Yaralı Galat heykeli görülmektedir. Galatların tarihi ve Anadolu'daki izleri hakkında ilerideki yazılarımda bahsetmeyi düşünüyorum.

2 Eylül 2008 Salı

Hadrian: Empire and Conflict Bölüm 2




Ona sadece duvar derler. Ama o sadece bir duvar değildi.

Batıda Luguvalium(bugünkü Carlisle) şehrinin kuzeyinden, doğuda Tyne nehrinin halicine kadar olan bir hat düşünün. 117 km'lik bir hat. Ve bu hattın üçte ikisinin 4 metrelik taş surlardan oluştuğunu, geri kalanından berkitilmiş odunlardan meydana geldiğini düşünün. Tüm bunların üzerine de 5 roma milinde bir savunma kulesi ve 1.5 roma milinde bir gözetleme kulesi olduğunu ekleyin. Sanırım bu bilgiler böyle bir şeyin sadece Romalılar tarafından yapılabileceğini anlatmakta. Peki neden? Niçin bu kadar uzak bir eyaletin uzak bir köşesinde böyle bir istihkam yapılma gereği duyulabilir? Nasıl bir tehlike böyle bir savunma hattı gerektirebilir? Sorunun cevabı için biraz gerilere, imparatorluğun ilk tohumlarının atıldığı Julius Caesar dönemine gitmeliyiz.

Senato tarafından Kuzaydeki Gal eyaletlerine prokonsül olarak gönderilen Caesar, gücü elde etmek için halk meclislerinin desteğini almak gerektiğini biliyordu. Bunun ile çözümü basitti. Yeni fetihler yapılır ve Roma Senatosu ve halkına (SPQR) zaferler hediye edilirdi. Böylelikle popüler bir liderin senatonun oyunlarına kurban gitmesi daha zor hale gelebilirdi. Bunu düşünen Caesar gözünü kuzeydeki barbar Galya topraklarına dikti. Böylelikle Roma'nın çöküşünü sağlayan barbar kavimler sorunu başladı.

Barbar latince Barbarus yani anlaşılmaz dilde konuşanlar anlamına gelir. Ancak zamanla Roma toprakları dışında yaşayan kavimlere böyle denmeye başlanmıştır. Bunun sebebi, Roma'nın uygarlığın beşiği sayılıp, Roma sınırları dışında yaşayan halkların medeni olmayan, ilkel halklar olarak sayılmasıydı. İtalya'nın kuzeyine doğru genişlemeye başlayan Roma Cumhuriyeti bir süre sonra bazı Barbar kavimlerle komşu olmaya başladı. İlk temaslar ticaret ilişkileri ile meydana geldi. Ta ki Caesar gelene kadar.

Caesar emrindeki Lejyonlarla beraber Galya topraklarını karış karış almaya başladı. Bu artık Romalılarla Barbar kavimlerin savaş meydanlarında olduğunun göstergesiydi. Barbar klanlarının lideri Vercingetorix'in Roma'ya getirilmesi ile Galya fethi tamamlandı. Ancak artık yeni sınırlar ve yeni komşular vardı. Doğuda Germania üzerinden gelen Alamanlar ve Frankları ileri sürmek için sınır Ren ve Tuna'ya genişletildi. Ancak artık barış dönemi geride kalalı çok olmuştu. Onbinlerce barbar kılıçtan geçirildi veya esir alındı. Öte yandan barbarlar da Roma savaş makinasına kimi zaman karşı gelebiliyorlardı. Teutoborg ormanında Publius Varus komutasında 3 lejyon(Legio XVII, Legio XVIII ve Legio XIX) acımasızca katledildi.



Hadrian dönemine geldiğimizde Britannia'da Britonlar, Germania'da sayısız barbar kavim, Pannonia'da Gotlar, Mesopotamia'da Parthlar ile savaşılmaktaydı. Ancak Hadrian artık sınırları korumanın önemini kavramıştı. Ve bu sebeple duvarı yaptırdı, yani Hadrian Duvarını. Öte yandan Germania'daki Limes'i yani savunma hattını yeniletti ve sağlamlaştırdı. Daçya'dan kısmen de olsa çekildi. Tüm bu hatlar sadece askeri değil aslında ekonomik bir sınır teşkil etmekteydi. Bu sınırların içerisindeki herşey Romalıydı, kıyafetiyle, konuşmasıyla, parasıyla. Yani duvar sadece duvar değildi. Bir kapıydı. Roma'ya açılan bir kapı.

Artık kapılarıyla, duvarlarıyla doğal sınırları içerisinde bir Pax Romana yaşanabilirdi.

Ancak Pax Romana'yı başlatan Romalı Hadrian'ı değil, Grek Hadrian oldu...

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Hadrian: Empire and Conflict bölüm:1

Dün British Museum'da Roma imparatoru Hadrian ile ilgili sergiyi gezdim. Uzunca bir süredir merak ettiğim ve detaylı bir şekilde öğrenmek istediğim bu konuya böylelikle bir giriş yapma imkanı doğmuş oldu.

M.S 117 yılındayız. Roma imparatoru Trajan ölmüş ve yerine ölüm döşeğinde ardılı ilan ettiği Publius Aelius Hadrianus geçmiştir. Nerva ile başlayan Nervan-Antinouan hanedanı devam etmekte bir şekilde o hanedana bağlı olan bir imparator daha gelmiştir. Peki yeni imparator genişleyen imparatorluğu koruyabilecek midir? Ya da Roma'nı altın çağını devam ettirebilecek mi? Hadrian bu sorularla Roma Kartalının ve SPQR'nin başına geçmiştir. Fatih Trajan'ın koruması altında bir çok cephede askerlik sanatı icra etmiş bir komutan olarak öne çıkmıştır ilk başlarda. Daha sonra ise sanata bakışı, Antik Yunan medeniyetine aşırı ilgisi ve imparatorluğun stabilitesini korumak yönündeki arzusu ile bir çok yönlerden parlayacaktır.

Roma imparatorluğu sınırlarda bir doyum noktasına ulaşmış ve artık doğal sınırlarına ulaşmıştır. Doğuda İran kökenli Partlar, Güneyde Africa eyaletinin vahşi kabileleri, Balkanlarda yani Dacia (Bugünkü Romanya), ve Pannonia (Bugünkü Macaristan) da Germen ve Got barbarlar, Kuzeyde Britanya eyaletinde Britonlarla çevrili bir imparatorluk. Bilinen dünyanın yarıdan fazlası. Ve bütün bu sınırları korumakla yükümlü 300000 asker. Az bir miktar değil mi? Aşağıdaki haritaya bakınca daha net anlaşılıyor.



Tüm akdeniz havzası, batı avrupanın tamamı, balkanlar ve orta doğu. Tehlikeli düşmanlarla çevrili bir imparatorluk. İşte Hadrian tahta çıktığında sınırlar böyle idi. Germania, Pannonia ve Dacia'da Barbar halkların saldırıları gittikçe artarken, doğuda Partlar ağır zırhlı süvarileri ile mesopotamia bölgesini karıştırıyorlardı. Hadrian'ın ilk tutumu gayet ileri görüşlü idi. Öncelikli olarak sınırları genişletme politikasından vazgeçmek. Roma zaten en verimli, en refah ve en güvenli topraklara sahipti. Bundan sonra olacak bir genişleme sadece gereksiz savaş masrafları demekti. Bu amaçla ilk olarak Trajan tarafından Mesopotamia bölgesine gönderilen lejyonlar geri çekildi. Ayrıca Armenia bölgesinden çekilen lejyonlar da Samosata ve Nicopolis karargahlarına yerleştiler. Doğu sınırı artık savunması daha kolay bir hatta çekilmiş oldu. Ardından yüzünü batıya dönen Hadrian, Tuna çevresindeki savunma hattını güçlendirdi. toplamda 4000 km'lik bir savunma hattı berkitildi. En nihayetinde ise kuzeyde, Britannia'da kendi adı ile anılacak meşhur duvarı inşa ettirdi.

Bir tarafta antik Yunan hastası, sanatsever bir imparator ve bir tarafta da sonu gelmez askeri çözümler bulan bir komutan. Hadrian gerek Julio-Claudian gerekse Flavian hanedanındaki bir çok imparatorun hayatlarını savaş meydanlarında geçirdiğini biliyordu. Hatta bunu en yakını Trajan'da bizzat tanık olmuştu. Belki kendisi savaştan çok kişisel ilgilerine yoğunlaşmak ve belki de kendisinin savaş değil barış imparatoru olarak anılmasını istemişti. Hangi Roma şehrine bakarsanız bakın, Hadrian'a ilişkin bir eser bulursunuz. Ancak bu eserlerin çok azı bir zafer anıtıdır. Aphrodisias'da Hadrian hamamı, Britannia'da Hadrian duvarı, Attalia'da Hadrian kapısı, Sagalassos'da dev Hadrian Colossus'u. Görüldüğü gibi hemen hepsi farklı yapılar. Ancak yapılma amaçları aynı. İmparatoru onurlandırmak. Niye? Çünkü Hadrian ömrünün dörtte üçünü sınırlarda ve imparatorluğu gezerek geçirmiştir. Yani herşehirde bir anısı vardır. Her yerde bir ayak izi adeta.

Resim 1 Kaynak: British Museum

Resim 2 Kaynak: wikipedia

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Romanın Yeniçerileri

Praetorian muhafızları. Roma imparatorları güvenliğini ve Roma şehrindeki aşayişi sağlamak üzere ilk Roma imparatoru Augustus tarafından kurulmuştur. Sanıyorum ki Augustus'un böyle bir teşkilat kurmasının sebebi, cumhuriyetten imparatorluğa geçişte fark, ordunun siyasete biraz daha girmesinden kaynaklanmıştır. Eskiden Rubicon ırmağını hiçbir lejyon birliği geçemezdi ayrıca Roma'da konsüller üniforma veya zırh ile dolaşamazlardı. Bu kuralı ilk bozan Julius Caesar oldu. Galya seferi dönüşünde Roma'ya hakim olup, egemen güce ortak olmak için ordunun kuvvetini kullandı ve 13. Lejyon Gemina ile beraber Rubicon'u geçti. Caesar ile beraber Roma'da egemenlik ordu'ya dayanmaya başladı. Yani imparator olacak kişinin ordunun desteğini alması gerekiyordu. Caesar'dan sonra gelen Gaius Julius Caesar Octavianus yani sonradan verilen unvanı ile Augustus, Senato'ya rakip olarak egemenliği devam ettirmek için Roma'da bir birlik konuşlandırmak gerektiğini fark etmiş olabilir. Varolan kurallara göre herhangi bir lejyon da kurulamayacağına göre en iyi yol muhafız olarak bir birlik tesis etmek olmuştur. Zamanla bu muhafız birliği amacının aşmış, kimin imparator olacağını seçecek kadar bir erk sahibi olmuştur.

Bu bilgilerden de anlaşıldığı gibi Praetorian muhafızları Osmanlı'daki Yeniçerilerin bir benzeridir. Aynı amaçlarla kurulmuş, hükümdarın en yakınında olup ancak bu ayrıcalığı bir süre sonra değişik amaçlar için kullanan birlikler. Tarihe bakıldığında Praetorian muhafızları sadece kurucularına yani Augustus'a sadıktılar. Diğer imparatorlara karşı hep bir kazanç ve çıkar birliği içerisinde olmuşlardır. Caligula gibi bazı imparatorların cinayetinden ve bir çok politik cinayetten sorumlulardır.

Şimdi gelelim aynanın öteki tarafına. Nasıl ki Yeniçeriler bir süre gerek savaşlarda gerekse politik hayatta Osmanlı'nın gücünü kararlı bir hale getirmiştir, Praetorian muhafızları da bir süreye kadar böyle bir görev üstlenmişlerdir. Erken imparatorluk döneminde politik cinayetler genelde zayıf ve karaktersiz imparatorlara ve onların maiyetlerine karşı olmuştur. Örneğin Britanya fatihi Cladius'u tahta çıkaran onlardır. Öte yandan Yeniçerilerin Osmanlı ordusunun en seçkin birliği olduğu gerçeği, analoji kurulduğunda Praetorian muhafızlarında da ortaya çıkmaktadır. İmparatorların değişik yerlerindeki lejyonların en başarılı üyelerinden ve tecrübeleri askerlerinden oluşturulan birlik bir çok savaşta kilit rol oynamıştır.

Tarihi incelerken olasılıklar hesaba katılmamalı. Praetorianlar olmayabilirdi veya Roma Cumhuriyeti devam ederdi. Peki o zaman politik cinayetler olmayacak mıydı? İmparatorluk için yapılan yarış bu sefer konsüllük için devam edecekti. Peki bütün bu cinayetler bütün bu entrikalar ne için yapılacaktı yine SPQR için. Yani Senatus Popolusque Romanus. Türkçesi Roma senatosu ve halkı. Herkes iyi olduğunu düşünyordu ancak kim en doğru? Şimdi de insanlık aynı tabloyu yaşamıyor mu?

15 Ağustos 2008 Cuma

desideratus fatum desideratus bellum

Artık buradayım. Hoşgeldin diyorum kendime. Giriş yazılarını sevmem. O bakımdan uzatmak anlamsız. Daha faydalı yazılarda görüşmek üzere.

Not: Başlıktaki söz latince ve anlamı "Hoşgeldin Savaş, Hoşgeldin kader." İnternette dolaşırken gördüğüm ve beğendiğim bir söz.