24 Eylül 2008 Çarşamba

Toprak Ana


Tapınağın gölgesinde oturmuş, gün batımına bakıyorum. Rüzgar Anadolu bozkırının sesini taşıyor. Bir gelinciğin tapınak sütunlarının dibinde bittiğini görüyorum. Kırmızısı o kadar canlı ki, adeta bu toprakların canlılığını müjdeliyor. Çiftçiler tarlalardan dönerken, traktörlerin sesi bozuyor bu kutsanmış güzelliği. 21. yy'ın vahşiliği iliğime işliyor. Biraz sonra ben yine kendi içselliğime dönüyorum.

Aezanoi'deki Zeus Tapınağı. Friglerin ülkesinde Friglerin kurduğu bir şehirde, Romalıların inşa ettiği bu tapınakta bir Antik yunan tanrısı. Şehrin ortasında sütunları dimdik ayakta duruyor. Bir an bakıyorum merdivenlere, Zeus rahiplerini görüyorum gelirlerken sütunlu yoldan. Ellerinde tütsüler ve otlar, arkalarından bir öküz getiriyorlar. Kanını Zeus için dökecekler. Bembeyazlar içinde bakıyor onlara rahibeler. Sütunların arasında çocuklar koşuşturuyorlar. Her yerde bir hareket var. İşte merdivenlerden çıktılar. Artık halk giremez içeri. Yasaktır çünkü. Tapınağın içerisine sadece rahipler girebilir. Merdivenlerde Zeus'a yalvaranları görüyorum. Rahipler İmparatorluğun doğusunda başka hiçbir tapınakta olmayan alt salona giriyorlar. Bu seneki kıtlık için Penkalas çayının kutsal suyuna ve Zeus için akıtılan kana bakıyorlar .

Sonra bir ses duyuyorum gerilerden. Evet, bu ses Agora'dan geliyor. Pazar alanından. Asık suratlar görüyorum. Ortadaki taşa, imparator Diocleatian'ın gönderdiği pazar fiyatlarını kazıyor bir memur. Pazar sessiz. Belli ki insanlar gittikçe bozulan ekonomiden memnun değiller. Artık herşeyin fiyatını imparator belirliyormuş. Bu ilk kez duyulan bir şey.

Sütunlu revakların çevrelediği yolda giderken bu sefer, elindeki liri ile bir pan şarkısı çalan bir genç görüyorum. Frig başlığı takmış, söylediği şarkının sözleri de yabancı geliyor bana. Ancak şunu biliyorum ki, bu sözler bu topraklara hiç de yabancı değil. Friglerin kayıp dilini söylüyor. Bozkırın ruhuna üflüyor bu ince nağmeleri. Sonra iki Frigyalı genç kız dans etmeye başlıyor. Belki Kibele için dans ediyorlar, kimbilir belki baharın gelişi için. Nihayetinde Frigya bu şarkılar, bu dans ile büyüyor, bozkır bu şarkılar ile çoşuyor.

Artık kendi Anadolu'ma dönmek zorundayım. Fakir bırakılmış, harap ve bitap düşmüş Anadolu'ma. Artık sütunlar yıkılmış, tapınak yüzyılların sessizliği içerisinde. Pazar alanı ıssız, agora kaybolmuş. Ellerim tutmak istiyor onları, dokunmak istiyor o tarihe. İşte o an bir melodi duyuyorum. Bir genç oturmuş, bağlamasını dokunuyor. Bu toprağın ağacıyla yapılmış, onun suyuyla yapılmış sazına dokunuyor. Ve yine iki genç kız geliyor, yemenilerini bırakıp, yüzyıllara meydan okurcasına dans ediyorlar. Aynı yüzyıllar önceki gibi, aynı bu toprağın önceki insanları gibi. Bu melodi ile canlanıyor yüzyıllar boyunca bu topraklarda yaşamış insanlar. Ve bozkır canlanıyor bir daha. Bu toprak ayağa kalkıyor. Binyılların mirası benim insanlarımla büyüyor.

Böyledir bu topraklar. Herkesi bağrına basar. Böyledir Anadolu, anadır çünkü. toprak anamızdır o...

22 Eylül 2008 Pazartesi

Bin Tanrı ilinin hissiz köleleri


Blog tutmakta henüz yeniyim. Bakıyorum da henüz 3 yazım olmuş. Beni üzen şey yorumların bu kadar az oluşu hatta yorum olmayışı. Yazılar herkesin ilgisini çekmeyebilir. Herkesin keyif alarak okumasını bekleyemem. Ancak yakın çevremden ilgili ve bilgili olduğunu zannettiğim insanların herhangi bir geri dönüş yapmamaları beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Demek ki okumuş da olsak ilgisiz ve sağır bir milletin fertleriyiz. Yazık bize gerçekten! Üretim ve tüketim zincirinin arasına sıkışmış ruhlarımız demek ki bu kadar hissizleşmiş. En yalın ihtiyaçlarımız için çalışıyoruz ve kazanıyoruz onca parayı. Huzuru hiçbir şey düşünmemek ve irdelememek te bulmak ne kadar rahatlatıcı değil mi? Üzerinde yaşadığımız toprakta, konuştuğumuz dilde, şehirlerimizin ve kendimizin isimlerinde atalarımızın bıraktığı izler hiç mi önemli değil!
Evet anlıyorum herkesi dostlarım. Hepinizi anlıyorum. Bu bir sitem değil. Farkındalık duyurusu aslında.

İnsanın kudreti ilk başta mısırda idi. Hititlerin yazıtlarına geçti bu kudret. Frigyalıların başlığına dokundu. Lidyalıların parasında, İyonların sütunlarında gördük onu ışıldarken. Urartular aldı ve altınlarının üzerine işlediler. İskender kılıç darbesinde hissetti o kudreti, keserken Gordion düğümünü. Antiochos'un güzel şehirlerine taşıdılar ve Seleucos uzun mızraklı askerleri ile savaşa götürdü onu. Eumenes Galatyalılara giderken elinde idi o kudret. Sonra bir kartal geldi batıdan. Ve götürdü onu bizim denize (Mare Nostrum). Kudret parıldayan zırhlarda barbarların bedenleri parçalarken, medeniyet ışıldıyordu Hadrian'ın duvarında. Ama açılınca kavimlerin kapısı, Roma'nın kartalı doğuya uçtu, Constantine'in şehrine. Ve Muhammed'in uzun saçlı, ata yapışık, Türk askerleri gelince çift başlı idi artık romanın kartalı. Bir ucu batıda ve bir ucu doğuda. Fatih'in kutsanmış ordusu girerken Constantine'in şehrine artık yeni bir çağ başlıyordu. Romanın kartalı bu kez hilal'in ışında, 3. kez dalgalanıyordu bizim denizde. Yüzyıllar geçerken artık yaşlanan kartalı, Hektor'un soyundan bir sarışın kumandan aldı eline.Yüzyılların mirası ile ezdi Agamemnon'un tüfekli askerlerini. Ve sonra.....

Sanırım bu hikaye bitiyor burada. Keşke bitmese. Zira sizleri ne Roma'nın kartalı ilgilendiriyor ne de Anadolu'nun çağlardan bize getirdikleri. Horatius'un dediği haldeyiz:

Yaşıyoruz ama bilmiyoruz yaşadığımız... Yazık bizlere...

Not: Yazıdaki resimde Yaralı Galat heykeli görülmektedir. Galatların tarihi ve Anadolu'daki izleri hakkında ilerideki yazılarımda bahsetmeyi düşünüyorum.

2 Eylül 2008 Salı

Hadrian: Empire and Conflict Bölüm 2




Ona sadece duvar derler. Ama o sadece bir duvar değildi.

Batıda Luguvalium(bugünkü Carlisle) şehrinin kuzeyinden, doğuda Tyne nehrinin halicine kadar olan bir hat düşünün. 117 km'lik bir hat. Ve bu hattın üçte ikisinin 4 metrelik taş surlardan oluştuğunu, geri kalanından berkitilmiş odunlardan meydana geldiğini düşünün. Tüm bunların üzerine de 5 roma milinde bir savunma kulesi ve 1.5 roma milinde bir gözetleme kulesi olduğunu ekleyin. Sanırım bu bilgiler böyle bir şeyin sadece Romalılar tarafından yapılabileceğini anlatmakta. Peki neden? Niçin bu kadar uzak bir eyaletin uzak bir köşesinde böyle bir istihkam yapılma gereği duyulabilir? Nasıl bir tehlike böyle bir savunma hattı gerektirebilir? Sorunun cevabı için biraz gerilere, imparatorluğun ilk tohumlarının atıldığı Julius Caesar dönemine gitmeliyiz.

Senato tarafından Kuzaydeki Gal eyaletlerine prokonsül olarak gönderilen Caesar, gücü elde etmek için halk meclislerinin desteğini almak gerektiğini biliyordu. Bunun ile çözümü basitti. Yeni fetihler yapılır ve Roma Senatosu ve halkına (SPQR) zaferler hediye edilirdi. Böylelikle popüler bir liderin senatonun oyunlarına kurban gitmesi daha zor hale gelebilirdi. Bunu düşünen Caesar gözünü kuzeydeki barbar Galya topraklarına dikti. Böylelikle Roma'nın çöküşünü sağlayan barbar kavimler sorunu başladı.

Barbar latince Barbarus yani anlaşılmaz dilde konuşanlar anlamına gelir. Ancak zamanla Roma toprakları dışında yaşayan kavimlere böyle denmeye başlanmıştır. Bunun sebebi, Roma'nın uygarlığın beşiği sayılıp, Roma sınırları dışında yaşayan halkların medeni olmayan, ilkel halklar olarak sayılmasıydı. İtalya'nın kuzeyine doğru genişlemeye başlayan Roma Cumhuriyeti bir süre sonra bazı Barbar kavimlerle komşu olmaya başladı. İlk temaslar ticaret ilişkileri ile meydana geldi. Ta ki Caesar gelene kadar.

Caesar emrindeki Lejyonlarla beraber Galya topraklarını karış karış almaya başladı. Bu artık Romalılarla Barbar kavimlerin savaş meydanlarında olduğunun göstergesiydi. Barbar klanlarının lideri Vercingetorix'in Roma'ya getirilmesi ile Galya fethi tamamlandı. Ancak artık yeni sınırlar ve yeni komşular vardı. Doğuda Germania üzerinden gelen Alamanlar ve Frankları ileri sürmek için sınır Ren ve Tuna'ya genişletildi. Ancak artık barış dönemi geride kalalı çok olmuştu. Onbinlerce barbar kılıçtan geçirildi veya esir alındı. Öte yandan barbarlar da Roma savaş makinasına kimi zaman karşı gelebiliyorlardı. Teutoborg ormanında Publius Varus komutasında 3 lejyon(Legio XVII, Legio XVIII ve Legio XIX) acımasızca katledildi.



Hadrian dönemine geldiğimizde Britannia'da Britonlar, Germania'da sayısız barbar kavim, Pannonia'da Gotlar, Mesopotamia'da Parthlar ile savaşılmaktaydı. Ancak Hadrian artık sınırları korumanın önemini kavramıştı. Ve bu sebeple duvarı yaptırdı, yani Hadrian Duvarını. Öte yandan Germania'daki Limes'i yani savunma hattını yeniletti ve sağlamlaştırdı. Daçya'dan kısmen de olsa çekildi. Tüm bu hatlar sadece askeri değil aslında ekonomik bir sınır teşkil etmekteydi. Bu sınırların içerisindeki herşey Romalıydı, kıyafetiyle, konuşmasıyla, parasıyla. Yani duvar sadece duvar değildi. Bir kapıydı. Roma'ya açılan bir kapı.

Artık kapılarıyla, duvarlarıyla doğal sınırları içerisinde bir Pax Romana yaşanabilirdi.

Ancak Pax Romana'yı başlatan Romalı Hadrian'ı değil, Grek Hadrian oldu...