Güç başkalarını etkileyebilme sanatı mı? Peki kuvvet? Gücün uygulanış şekli olabilir mi?ya da yaptırımı? Ha bir de otorite var? Hadi kuvvet ile güç farklı olabilir ancak otorite ile gücün farkı nedir?
Bir kere kanımca, güçlü lider veya güçlü yöneticideki güç aynı anlama geliyor. İnsanları etkileyebilme sanatı. Tabi ki etki derken, bir çekimden yani bir bakıma güneşin dünyaya uyguladığı çekim kuvvetinin dünyayı etkilemesi gibi. Yani yörüngesini etkiler, hareketini, gittiği ve gitmek istediği doğrultuyu. Güçten etkilenen insanların olduğu gibi. Ancak güçlü insanlar dediğimiz zaman nedense çoğu insanın kafasında olumsuz bir kalıp oluşuyor. Aslında birden fazla insanı etkileyebilen insan güçlüdür. Bu kadar basit.
Peki bu kadar basit bir kavram tapınmaya kadar giden bir külte nasıl vardı. Sanırım neden bahsettiğimi anladınız. İnsanların birçoğunda olan güce tapınma güdüsünden bahsediyorum. Benim fikrimce, gücün otorite ile birleşmesinden gelen kontrol edilemeyen etki çemberinden ortaya çıktı bu tapınma durumu. İnsanların idari ya da politik olarak bulundukları makamın yetkilerine sahip olması olarak nitelendirebileceğimiz otorite, zaten bir şekilde güçlü olan liderler ile birleşince, bundan etkilenen insanlar için ütopik bir amaç halini aldı güce ulaşmak. Aslında istedikleri güç değil, şiddetli bir biçimde kullanmak istedikleri otoriteydi.
İş hayatında güçlü yönetici ve otoriter yöneticinin ayrını çok daha basittir. Güçlü yönetici, kararları uygulamak çok da makamının yetkilerini kullanma eğiliminde değildir zira insanları etkileyerek ulaşmak istediği amaca doğrultur. Otoriter yönetici ise makamının yetkilerini kullanarak bir ilerleme sağlamaya çalışır. Türkiye'de yöneticilerin ekseriyetinde olduğu gibi.
Gücünüzü hissettirmek için otoritenizi kullanmanız gerekiyorsa o kadar da güçlü değilsinizdir. Reha Çamuroğlu'nun Son Yeniçeri kitabında benzer bir benzetme yapılıyordu Yeniçerileri gücüyle ilgili örneğin. Yeniçeriler ne zamanki güçlerini göstermek için, kuvvet kullanma gereği duydular işte o noktada güçlerini yitirmeye başladılar. Zira Yeniçeriler güçlüyken, başka odakları etkileri aldında tutuyorlardı. Ve herhangi bir aksiyon almalarına gerek yoktu.
Sonuç olara diyeceğim şu ki, güç insanın diğer insanları etkilemesidir. Sosyal bir olgudur. Tek başına bireyden bahsedersek bence güçlü demek doğru değil. Kuvvetli, iradeli, gayretli, azimli olabilir ancak güçlü dediğimizde bir insanın topluluk içindeki rolünü de hesaba katmamız gerekir.
Phyrgian
21 Mart 2015 Cumartesi
2 Ocak 2015 Cuma
Olmadan olmaz bir yeni yıl yazısı
Ne yazılır ki şimdi yeni yıl hakkında. Ümit ettiklerimizden mi bahsedeceğiz? yoksa gidip de gelmesin diyip acılarımızdan mı? Ya da sadece kullandığımız bir takvimdeki matematiksel bir değişime bir şey atfetmenin saçmalığından mı? Burada haklı ya da haksız yok. Sadece düşünceler ve fikirler var. Çok acı çekmişsindir ve takvimdeki her gün sana o acıları hatırlatır ve bir sayının değişmesi o takvimde sana inanılmaz bir kuvvet verir. Anlarım. Saçma gibi gelir, yaşamayana ama acı çeken o acıyı hep zaman ve mekan çerçevesinde değerlendirir ve hafızaya kaydeder. X yılında Y konumunda yaşadığın bir olay ister istemez, X yılı ve Y mekanını da etkiler. X yılını hafızadan silmenin kolay bir yoludur, X+1 yılına girmek.
Takvim yılında bir yıl daha ileri attık. Bu bir kuantum sıçraması olmadı ya da soluncan deliğinden uzay-zaman'da eğrisel bir seyahat. Sadece dünyamızın, güneşin çevresinde bir turunu daha tamamlaması oldu. Milyarlarca süper Nova galaksisindeki milyarlarca Nova galaksisindeki milyarlarca güneşlerin çevresinde dönen milyarlarca gezegenin yaptığı hareketin aynısı. Tek farkı bu hareketin içinde sen de varsın ben de... O bakımdan çok da önemsiz değil gibi ne dersin ey okuyucu!
Yeni yılınız kutlu olsun yine de!
28 Aralık 2014 Pazar
Beyaz Türklük meselesi
Gelelim Türkiye'deki renklerin savaşına. İlk savaş aslında siyah-beyaz bir evrende geçiyor. Savaşta kötü taraf yok. İkisi de iyi. Ama niye iki renk olmak zorunda. Bunu anlamak biraz güç. Burada sosyolojik analiz yapacak halde değilim elbette. Zira gözlemlerim, benim hayatta gördüklerim, duyduklarım ve tecrübelerim üzerine inşa edilmiştir. Burada gözlemlerim üzerinden oluşturduğum düşüncelere değinmek istiyorum. Siyah ve beyazları nasıl gördüğümü aşağıdaki analizlerimde bulabilirsiniz.
Gözlem 1:
Mekan : Bağdat Caddesi
Zaman: Cumartesi
Analiz:
Bir cumartesi günü, Bağdat Caddesine gittiğiniz zaman, etraftaki insan profilini 3 kelime ile özetleyebiliriz: Kentli, Beyaz yaka, Laik. Güzel (pahalı) giyinen insanlar, son model otomobiller, etrafta sık rastlanan yabancılar (expat denilen, yabancı menşeili bir firmanın Türkiye ofisinde çalışan yabancılar). Cadde boyunca GSMH yaklaşık 40000$ civarında. Giyim kuşam, gelir, arabalar, mağazalar kısacası maddiyat ile ilgili herşey Batı standardına hayli yakın. Ancak, kültürel anlamda çok da o şekilde düşünemeyiz. Herkesin tek tip düşündüğü ve yaşadığı bir dünyadır o dünya. Bir bakıma bağnazlıktır aslında ama bu cemiyetin üyeleri pek de bunun farkına varmazlar. İnsanların birçoğu kültürel etkinliklere bile gitmek istedikleri için değil, o cemiyette bulunmanın bir gereği olduğu için giderler. Genellikle agnostik veya ateisttir. Bu şekilde olmasının inanç hürriyeti bakımından hiçbir farkı yoktur tabi ki. Ancak inançlı olan insanlara karşı bir reaksiyon mevcuttur. İnançlı bir müslüman olduğunuzu söylediğinizde sırasıyla şaşkınlık, şüphecilik ve öfke ile karşılaşırsınız. İnancınız temellerini sarsan sorular sorarlar ve yargılar. Tabi budist, hristiyan veya musevi olduğunuzu söylediğinizde ise sırasıyla merak, ilgi ve muhabbete döner.
Bu muhitte edilen muhabbetlerde, ülkenin gidişatından memnun olmamanız ve ülke battığı anda yurtdışına kaçış için yedek bir uçak biletinizi olması şarttır. Ülkede herşey kötüye gidiyordur. Siz her ne kadar gelişen ekonomiden yararlansanız da, geliriniz iyiyse de fark etmez, ülke iyi yönetilmiyordur ve herşey kötüdür. Gelecek için karamsar olmak durumundasınızdır ve zorundasınızdır. Farklı düşünemezsiniz, analiz edemezsiniz, zira bu topluluk ona izin vermez. Eğer analiz ederseniz, farklı bir şeyler söylemek isterseniz, dışlanırsınız ve çürür gidersiniz. Herhangi bir şeyin iyi gittiğini söylediğiniz anda yaftalarla kaplanır tüm kişiliğiniz (yobaz, ezik vb.). Saygı da çok yoktur bu cemiyette mesela. Onlar gibi düşündüğünüz sürece düşünce hürriyeti, insan hakları, farklılıklara hoşgörü konuşulur, tartışılır, rakılar tokuşturulur. Ta ki farklı bir ses çıkana kadar. Hakarete varan metodlarla sizin kişiliğinizi analiz ederler. Bir de bu topluluk açlığa dayanamaz. Kıtlıktan çıkmış gibi tüketirler herşeyi. Gittikleri heryere İstanbul'daki habitatlarını götürmek isterler. Yazın Çeşme'ye gidemez olmuştur bu sebepten İzmirliler. Bozcaada talan edilmiştir mesela. Tatil için gittikleri yerde yerel hayatın dinamiklerini çok umursamazlar. Neticede oradaki insanlar, oradaki tesislerde çalışıp onlara hizmet edecek kişilerdir sadece. Para ile herşeyin olabileceğini düşünürler. Aslında iş hayatlarında saçma bir yoğunluk ve yorgunluk içerisinde çalışırlar. Bu nedenle bu yoğunluk, sosyal hayatı da etkiler. Her hafta sonu uçakla Bodrum'a veya Çeşme'ye gidip, pazar sabaha karşı uykusuz bir şekilde iş başı yapanlar çoktur. Bu şekilde düzensiz ve kaotik yaşam, beraberinde tüketim ve rastlantısal bir hayat tarzı getirir.
Aslında yukarıda bahsettiğim cemiyet, bir gösteriden ibarettir. Güzel kostümlerle herkes bir figüran gibi aynı rolü oynar."...ar gibi görünmek" bu cemiyeti güzel ifade eder. Hoşlanmadığınız şeyleri yapar gibi görünmeniz gerekir.
Bir de şöyle bir düşünceleri vardır; bu cemiyet dışında kalan insanlar cahildir, düşünemez ve kendileri karar veremez. Korkarlar aslında o insanlardan. Belki de tanımadıklarından. Mesela bir çoğu gitmemiştir Anadolu'ya. Sosyal medyada okudukları provokatif de olsa herşeye inanmaya meyillidirler. Yeter ki, kendi düşüncelerine uygun olsun.
Yukarıda bahsettiğim analiz sadece ama sadece benim gözlemlerime dayanıyor ve kişisel bir görüş. Belki bir sosyolog daha bilimsel ve objektif sonuçlara varabilir.
Gözlem 2:
Mekan : Pendik
Zaman: Cumartesi
Analiz:
Bir cumartesi pendik merkezde dolaştığınızı düşünelim. Öncelikle gördüğünüz ve farkedeceğiniz şey bir telaşedir. Dükkanlara yüklenen mallar, korna çalan ve trafik kurallarını hiçe sayan şoförler. Kısacası kaotik ve rastlantısal bir hayat vardır. İnsanlar gülmezler. Bir düşünceli hal ve kaygı vardır aslında. GSMH 10000$ civarıdır. Cumartesi günü Pendik'teki pazara gelir insanlar. Ucuz olduğu için tabi ki. Ekonomi hayatın önemli bir öğesidir. Hatta en önemlisi. Toplu taşıma kullanılır. Taksi kullanılmaz mesela. Dışarıda yemek yemek ekseriyetle pazara inildiğinde olur. Bir pideciye gidilir mesela. Memleket meseleleri çok fazla konuşulmaz aslında. Yukarıdaki diğer cemiyet üyelerinin tersine insanlar biraz daha pragmatik bakar. Devlete güven daha fazladır. Ülkenin durumu onlar için işlerinin olup olmadığına veya kazandıkları maaşa göre değişir. Aslında ekonomi odaklı bir yaşam tarzıdır yaşadıkları. İnanç çok önemlidir hatta vazgeçilmezdir. Mesela, Cuma namazları kaçırılmaz. Bayram namazları da. İçkisiz mekanlarda yemek yenilir. Onlar için nezih mekan; içkisiz, aile ile oturulabilen, ramazanda iftar organizasyonu yapan, ezan okununca müziğin sesini kısan mekanlardır. İçki içilmez, hoş karşılanmaz. İçki içene çok karışılmaz ama cemiyetin içine çok da dahil edilmez. Tatile çok uzaklara gidilmez. Pazar günleri tatil yapılır aile ile. Genellikle mangal. Herhangi bir yeşillikte mangal yapılabilir. Araba olarak genellikle panelvanlar tercih edilir. Önyargılarla yaşanır bu cemiyette. Mesela iyi geliriniz varsa bu topluluğa ait olamazsınız. Bir anda sizi yaftalarlar. Davranışlarınızda hiçbir farklılık olmasa da, sizi onları beğenmemekle suçlarlar. Ayrıca, değişik bir tepkisizlik vardır bu cemiyette. Fikirlerini, düşüncelerini hiçbir şey şekilde söylemezler. Hafif de olsa bir içten pazarlıklık durumu vardır. Bu cemiyete mensup kişiler köye özlem duyarlar ancak köyden kopmuşlardır. Kent yaşamının yoğunluğu ve hızı, hayatta kalabilmek için bu insanları daha uyanık ve bazı noktalarda "çakal" diyebileceğimiz seviyede anasının gözü bir hale getirmiştir. Hayatlarının tüm aşamalarında bir "yolunu bulma" uğrunda, hemşehricilik, mikro milliyetçilik, aşiretçilik vb. kısacası yaşamın her noktasına sirayet etmiş, gömgök bir aidiyet duygusu vardır. Herkes herkesin hakkını yeme peşindedir ama kul hakkı görünürde en çok dikkat edilen kavramdır, kırmızı çizgidir.
Onlar gibi olmayanlara hiçbir şey demezler, umursamazlar çünkü. Zira onların gözünde deli gibisinizdir. Mesela mangal yaparlarken siz yanlarından bisiklete binerek geçtiğinizde, size bakarlar. Sadece bakarlar, zira sizi anlayamazlar. Çünkü mangal yapıp oturmak varken, insan niye tayt, kask ve eldiven giyip bisiklete biner ki? Onlara bulaşmadan yanından geçip gidin yeter. Muhafazakardır bu cemiyet. Ramazanda oruç yersen, azarı işitirsin hatta dayak bile yiyebilirsin. Haremlik, selamlık oturulur otomatik olarak. Öyle bir ayrım kendi kendine oluşur.
Yukarıdaki iki gözlem, aynanın iki tarafını gösteriyor. Birbirinden kopuk görüntüleri. Birbirini anlamayan, anlamak da istemeyen, umursamayan bir Türkiye görüntüsü. Ülkemin böyle olmasını istemiyorum. Aynanın iki tarafındaki görüntünün birbirine daha çok yaklaşmasını, tanımasını, güvenmesini istiyorum. Bu nasıl olacak? Öncelikle, ilk gözlemdeki cemiyet bireyselliğin aidiyet duygusuna ağır bastığı bir cemiyet. İkincisi ise aidiyet duygusunun bireyselliğe ağır bastığı bir diğer cemiyet. Bu ikisini optimum noktaya getirmek için yapılması gerekenler elbette var. Bir sonraki yazımda biraz da bu konulara değinmek istiyorum.
20 Aralık 2014 Cumartesi
Arabanın arkasına yapıştırılan değerler
Bugün yolda giderken önümdeki aracın arka camında yapışkan şeklinde bir Atatürk imzasının olduğunu gördüm. Beyaz renkli imzayı sol üst köşeye yapıştırmış İstanbul plakalı bir araç. Tabi ki bu şekildeki binlerce araçtan biri. Zaten uzun zamandır sembolizmden öteye gitmeyenlere karşı duruşum vardı, bunu görünce daha bir depreşti.
Öncelikle, bu şekilde sembollere bağlı kalan insanların zaten koskoca bir tren katarına benzetebileceğimiz insanlık'ın vagonları olduğunu söyleyebiliriz. Katarın lokomotifleri nereye çekerse oraya giden vagonlar... Zira bu adamın arabasının arkasına Atatürk imzasını yapıştırması, tamamen cahillikten kaynaklanan, ve belirli bir muhitte yaşayanların belirli düşünce kalıplarına göre yaşaması gerektiği düşüncesinin bir tezahürü. "Ben bu ilçede veya bu mühitte yaşıyorum, o zaman filan partiye oy veririm, ölümüne Atatürkçüyümdür, alın bu da göstergesi." Saçmalık, avamlık ve sığ düşüncenin ürünü. Bu düşünce yapısı toplumsal hayatta değişik şekillerde kendini belli ediyor. Bilhassa, politik düşüncelerin çevreye yansıtılması konusunda. Herkesi aynı kalıplarda görmek isteyen bu zihniyet, siyasal tercihler konusunda içinde bulunduğu toplumun üyelerine hiçbir özgürlük tanımaz. Aksi halde dışlar, ötekileştirir, yaftalar.
Atatürk hepimizin bir değeri ve bu ülkenin ismi taşına, toprağına kazınmış ulu önderimiz. Her Türk vatandaşının gönlünün derinliklerinde bildiği, saygı ve minnet duyduğu Atası. Lütfen düşürmeyelim onun ismini tozlu arabaların arka camlarına...
Öncelikle, bu şekilde sembollere bağlı kalan insanların zaten koskoca bir tren katarına benzetebileceğimiz insanlık'ın vagonları olduğunu söyleyebiliriz. Katarın lokomotifleri nereye çekerse oraya giden vagonlar... Zira bu adamın arabasının arkasına Atatürk imzasını yapıştırması, tamamen cahillikten kaynaklanan, ve belirli bir muhitte yaşayanların belirli düşünce kalıplarına göre yaşaması gerektiği düşüncesinin bir tezahürü. "Ben bu ilçede veya bu mühitte yaşıyorum, o zaman filan partiye oy veririm, ölümüne Atatürkçüyümdür, alın bu da göstergesi." Saçmalık, avamlık ve sığ düşüncenin ürünü. Bu düşünce yapısı toplumsal hayatta değişik şekillerde kendini belli ediyor. Bilhassa, politik düşüncelerin çevreye yansıtılması konusunda. Herkesi aynı kalıplarda görmek isteyen bu zihniyet, siyasal tercihler konusunda içinde bulunduğu toplumun üyelerine hiçbir özgürlük tanımaz. Aksi halde dışlar, ötekileştirir, yaftalar.
Atatürk hepimizin bir değeri ve bu ülkenin ismi taşına, toprağına kazınmış ulu önderimiz. Her Türk vatandaşının gönlünün derinliklerinde bildiği, saygı ve minnet duyduğu Atası. Lütfen düşürmeyelim onun ismini tozlu arabaların arka camlarına...
18 Aralık 2014 Perşembe
Fütürist manifesto mu?
Fütürizm meselesine gelişim aslında birkaç konu zinciri sayesinde oldu. Bir arkadaşımın bana tavsiye ettiği Transendent Man isimli biyografik belgeseli sayesinde 21.yy'ın ünlü fütüristlerinden biri olan Ray Kurzweil'i tanıdım. Ray Kurzweil hakkında araştırma yaparken, nedir bu fütürizm sorusunu sorduğumda, fütüristlerin değişik ve enterasan evreni ile tanıştım.
Özet olarak, İtalya'da 20 yy. başlarında ortaya çıkan bu akımı, şair Marinetti formüle ediyor ve kendine göre sanatsal ( bana göre saçmalık) bir kalıba sokuyor. Ekşi sözlükteki bir girişten aldığım kadarıyla Marinettinin fütürist manifestosunun ana hatları;
1- edebiyat simdiye kadar dalginligi*, hareketsizligi*, kendinden gecisi* ve uyku halini ovdu.
2- oysa hayatta her sey hareket halindedir ve bir bicimden baska bir bicime girmektedir.
3- bunu gerceklestirebilmek icin gecmisin butun sanat degerleri terkedilmeli, bu degerleri tasiyan muze ve kutuphane gibi kuruluslar yikilmalidir *
4- hayatin suratli degismesine uygun yeni anlatim bicim ve yollari bulunmalidir.
5- bu yapilirken sanatin her dalina dinamizm getirilerek, sanayide saglanan hiz sanat sahasina da kazandirilmalidir.
6- sanatta, enerji ve atilganlik, tehlike, korku ve gozupeklik, asrin hizi ve bu hizi temsil eden * hersey gibi sanayinin yarattigi sehir hayatinin renkliligi, calismanin kutsalligi, ugrunda olunecek buyuk olculer ifade edilip yuceltilmelidir.
butun bunlarin anlatilmasi icin marinetti 1912 yilinda yayinladigi ikinci beyannamesinde yeni bir dil anlayisi ortaya koyar. buna gore:
1- kelimeler hurdur. *
2- cumle duzeni ve butun noktalamalar terkedilmelidir. *
3- surekliligi ifade edebilmek icin fiiller, mastar halinde kullanilmalidir.
4- ifadeyi carpitan butun sifatlar ve cumleye agirlik veren zarflar terkedilmelidir.
5- kelimeler tek baslarina ve ciplak olarak kullanilmalidir.
Merakımı cezbeden bu konu hakkında araştırma yaparken, bilhassa sanat tarihi konusunda tarafsız eğitim materyalleri öne çıkan Khan Academy'ye giriş yaptım ve modern sanat başlığı altında fütürizm bölümünü okudum. Kendimce çıkardığım sonuç; Sanayileşmeye geç başlamış ve birliğini Garibaldi sayesinde geç sağlamış İtalyan toplumunun içinden çıkan aydınların, "bu böyle olmaz, topkeyün sanayileşmeliyiz, sanatımız, edebiyatımız da sanayileşmiş bir topluma uygun olmalı" diyip, ortaya karışık bir sanat akımı oluşturma gayreti.
Bir kere, yukarıdaki ilk maddeye gelirsek, durağanlık derken, biraz da açmak gerek. Örneğin ben Paolo Veronese'nin Cava'da düğün tablosunda bir durağanlık tam tersine bir dinamizm görüyorum. Keza erken rönesans döneminin eserlerinde (Mantegna, A.D Verochio) bir hareket var. Yine barok dönemde Caravaggio'da veya Felemenk kökenli sanatçılarda da benzer hareketi farketmek çok da zor değil.
İkinci madde zaten çok da entellektüel anlayışa uygun değil. Evrensel bilgiyi depolayan birimleri niçin yok sayalım? Sanayileşmeyi referans gösterip, insanoğlunun macerasının kilometre taşlarını içeren mabedleri (müzeler) yadsımak ne kadar tutarlı?
Manifestonun dil ile ilgili anlayışına gelirsek, insanın evrimi ve doğasına aykırı bir yapı ortaya çıkar. İnsanoğlunun iletişim gayesi ile ortaya çıkan ve evrilen dilin özelliklerini aniden, keskin bir bıçak gibi kesmenin tabuları yıkmakla değil olsa olsa düşük altyapısı olan yeni bir sanat dili getirme gayretine kulp aramakla tarif edilmesi uygun olur.
Tüm eleştirilerime karşın, ve 20 yy. başlarındaki orijinal haline karşın, fütürizm kendini günümüzde modern sanat denilen kavramın içerisinde yaşatıyor. Heykel, resim, sinema ve edebiyat alanındaki bazı ürünler fütüristik eser olarak tanımlanıp, anlam karmaşısının belirsizliğine karışabiliyor.
1- edebiyat simdiye kadar dalginligi*, hareketsizligi*, kendinden gecisi* ve uyku halini ovdu.
2- oysa hayatta her sey hareket halindedir ve bir bicimden baska bir bicime girmektedir.
3- bunu gerceklestirebilmek icin gecmisin butun sanat degerleri terkedilmeli, bu degerleri tasiyan muze ve kutuphane gibi kuruluslar yikilmalidir *
4- hayatin suratli degismesine uygun yeni anlatim bicim ve yollari bulunmalidir.
5- bu yapilirken sanatin her dalina dinamizm getirilerek, sanayide saglanan hiz sanat sahasina da kazandirilmalidir.
6- sanatta, enerji ve atilganlik, tehlike, korku ve gozupeklik, asrin hizi ve bu hizi temsil eden * hersey gibi sanayinin yarattigi sehir hayatinin renkliligi, calismanin kutsalligi, ugrunda olunecek buyuk olculer ifade edilip yuceltilmelidir.
butun bunlarin anlatilmasi icin marinetti 1912 yilinda yayinladigi ikinci beyannamesinde yeni bir dil anlayisi ortaya koyar. buna gore:
1- kelimeler hurdur. *
2- cumle duzeni ve butun noktalamalar terkedilmelidir. *
3- surekliligi ifade edebilmek icin fiiller, mastar halinde kullanilmalidir.
4- ifadeyi carpitan butun sifatlar ve cumleye agirlik veren zarflar terkedilmelidir.
5- kelimeler tek baslarina ve ciplak olarak kullanilmalidir.
Merakımı cezbeden bu konu hakkında araştırma yaparken, bilhassa sanat tarihi konusunda tarafsız eğitim materyalleri öne çıkan Khan Academy'ye giriş yaptım ve modern sanat başlığı altında fütürizm bölümünü okudum. Kendimce çıkardığım sonuç; Sanayileşmeye geç başlamış ve birliğini Garibaldi sayesinde geç sağlamış İtalyan toplumunun içinden çıkan aydınların, "bu böyle olmaz, topkeyün sanayileşmeliyiz, sanatımız, edebiyatımız da sanayileşmiş bir topluma uygun olmalı" diyip, ortaya karışık bir sanat akımı oluşturma gayreti.
Bir kere, yukarıdaki ilk maddeye gelirsek, durağanlık derken, biraz da açmak gerek. Örneğin ben Paolo Veronese'nin Cava'da düğün tablosunda bir durağanlık tam tersine bir dinamizm görüyorum. Keza erken rönesans döneminin eserlerinde (Mantegna, A.D Verochio) bir hareket var. Yine barok dönemde Caravaggio'da veya Felemenk kökenli sanatçılarda da benzer hareketi farketmek çok da zor değil.
İkinci madde zaten çok da entellektüel anlayışa uygun değil. Evrensel bilgiyi depolayan birimleri niçin yok sayalım? Sanayileşmeyi referans gösterip, insanoğlunun macerasının kilometre taşlarını içeren mabedleri (müzeler) yadsımak ne kadar tutarlı?
Manifestonun dil ile ilgili anlayışına gelirsek, insanın evrimi ve doğasına aykırı bir yapı ortaya çıkar. İnsanoğlunun iletişim gayesi ile ortaya çıkan ve evrilen dilin özelliklerini aniden, keskin bir bıçak gibi kesmenin tabuları yıkmakla değil olsa olsa düşük altyapısı olan yeni bir sanat dili getirme gayretine kulp aramakla tarif edilmesi uygun olur.
Tüm eleştirilerime karşın, ve 20 yy. başlarındaki orijinal haline karşın, fütürizm kendini günümüzde modern sanat denilen kavramın içerisinde yaşatıyor. Heykel, resim, sinema ve edebiyat alanındaki bazı ürünler fütüristik eser olarak tanımlanıp, anlam karmaşısının belirsizliğine karışabiliyor.
17 Aralık 2014 Çarşamba
Kuantum evreni
Kuantum mekaniği hakkında internette hayli araştırmalar yaptım. Bu kadar karmaşık bir konuyu basite indirgeyerek kimler anlatabildi onu biraz araştırdım. Bu yolda bazı önemli kişilere ulaştım. Mesela, BBC belgeselleri ile meşhur Manchester Üniversitesinden Prof. Brian Cox ve ABC belgeselleri ile meşhur fizikçi Brian Greene. Bu iki bilimadamı, kuantum mekaniğini kitlelere anlatımda hayli öne geçmişler. Verdikleri örnekler insanı kuantum evrenine sürüklüyor ve merakını cezbediyor. Yeni başlayanlar bu referansları araştırarak genel kültürlerini arttırabilirler.
Peki kuantum mekaniğini çekici yapan nedir? Sanıyorum mikro ve makro kosmos ikiliği burada esas teşkil ediyor. 1 milimetrenin trilyonlarca trilyonlarca trilyonlarca küçük boyutlarındaki bir dünyayı mikrokozmos olarak kabul edersek, ondan büyük her evren makro kozmos oluyor. Tabi ki bunun bir kesin sınırı yok. Sadece makrokozmosda klasik fiziğin kuralları hakim iken, mikrokozmos da kuantum fiziğin kuralları hakim. Peki nedir o kurallar, çok ama çok kabaca listelersek,
- Kuantum dünyası bir olasılıklar dünyasıdır. Olasılık hesaplarından dolayı bir temel parçacığın aynı anda heryerde olabilme durumu var mıdır? evet.
- Kuantum dünyası, herhangi bir ölçümün ve gözlemin olayın gidişatını değiştirebildiği bir dünyadır (Heisenberg belirsizlik ilkesi).
- Herşey hem dalga hem parçacıktır.
- Kuantum dünyasında olup bitenleri kafada fiziksel olarak oluşturabilmek güçtür zira insan kafası temel olarak makrokozmosun kurallarına göre algılama mekanizmasını çalıştırır.
- Kuantum mekaniği henüz tamamlanmamış ve bir kanuna dönüşememiş teoriler bütünüdür.
Son maddeye verilebilecek güzel bir örnek; lisede kimya öğretmenimizin atomlar-moleküller konusu işlenirken bize verdiği örnektir; Ortada kapalı bir kibrit kutusu var ve salladığımızda çıkardığı seslerden içerisinde bir şeyler olduğuna eminiz ancak kutuyu açma imkanımız yok. Bu durumda kuantum mekanikçileri bu kibrit kutusunun çıkardığı seslere göre mantıksal ve tutarlı matematiksel ifadeler kullanarak, kutunun muhteviyatını ortaya dökme amacını güdüyorlar.
22 Kasım 2014 Cumartesi
Demir Melekler
Şu an okuduğumu kitabın adı "Demir Melekler". Yıllar önce üniversitede lisans eğitimim sırasında, Türkçe dersinde hocamız Şeyhmus Okur, bu kitabı mühendislik öğrencileri olarak bizlere önermişti. Tabi ki o zaman almaya vaktimiz olmadı. Geçenlerde aklıma geldi. Ve araştırayım dedim. Maalesef bu kitap güncel olarak yayımda değilmiş. Yani hiçbir yayınevi bunu basmıyor günümüzde. Sonrasında sahaflarda araştırdım ve 1970'lerden Remzi kitabevi tarafından basılmış bir baskısını bulabildim. Siparişini verdim ve şu an elimde. Niye basılmadığı konusuna gelirsek, tam olarak bir bilgim olmadığını söylemekle beraber, tahminim zamanının yasaklı yayınları arasında olabilme ihtimalidir. Gerçi içerdiği konunun nesi yasaklı olabilir diye düşünüyorum ama burası Türkiye herşey olabilir.
Neyse. Kitabın isminin kalanı "Makinanın doğuşu, tarihi ve kudreti". İsminden de anlaşılacağı gibi, endüstriyel toplumun temelini oluşturan makinaların nasıl meydana geldiğini ve hikayelerini küçük parçalar halinde anlatıyor. İlk hikaye Otto Von Guericke'in hikayesi ile başlıyor. Bilindiği gibi Magdeburg belediye başkanı Von Guericke, boşluğun varolduğun ilk keşfeden kişidir. Aralarında boşluk meydana iki metal yarım daire atlar tarafından çekilmeye çalışılmış ancak birbirinden ayırmak başarılı olamamıştır. Kitapta, Von Guericke'in bu keşfine aslında, Tanrı'nın boşlukta da var olup olmayacağı sorusunun yol açtığından bahsedilmektedir. Ve aslında basit gibi görünen sorulara cevap arayışının insanoğlunun macerasını nasıl farklı yönlere kaydırdığı gösterilmiştir.
Şu an kitabı bitirmememe rağmen, bir mühendis olarak çok ilgi çekici geldiğini söyleyebilirim. En azından biz mühendislerin, mühendislik tarihine ilgi duyması gerektiğini düşünüyorum. Böyle olması, gerek eğitimden gerekse iş hayatına karşılaştığımız mühendislik problemlerine bakarken büyük resmi görebilmemizi sağlayacaktır. Lisans, yüksek lisans ve doktora çalışmalarım sırasında maalesef bu bakış açısını edinmiş ve öğrencilerine aşılamaya çalışan çok az üniversite hocası tanıdım. Mesela bu kitabı bana öneren bir Türk Dili ve edebiyatı hocası yerine bir makina elemanları hocası veya makine dinamiği hocası olmalıydı. Bu durumda ülke olarak çok yol katetmeliyiz. Neyse bir sonraki yazımda bahsedeceğim, Türkiye'de mühendislik konusuna da biraz değinmiş oldum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)